24 Mayıs 2015 Pazar

Gökyüzüne bak!
Ne kadar da mavi. Ağaçlar daha yeşil, yağmur daha serinletici, bitkiler daha canlı, insanlar daha mutlu...
Yıldızlar parlıyor, gökyüzüne bak!
Bütün gezegenleri al, getir beraberinde. Unutulan, yok olan, tozlanmış tüm o güzel duyguları geri getir. Parmakların su damlalarıyla buluşsun, avuçlarını aç yağmurlara. Yağsın.
Bu evler, bu binalar, bu taş yığınları, betonlar üzerime geliyor, kaçalım. Gidelim evi ağaç olan, huzur olan bir yere.
Çiçekler kırlarda güzel, yine de sen papatyalar biriktir benim için.
Ben yüzünden düşen bin parçayı ellerimi acıta acıta toplarım teker teker.
Sen güzel yüreğini sakla onlardan, bana ayır. En güzel köşesini tut benim için.
Gökyüzü ne kadar da mavi! Bulutlar ne kadar da narin.
Gülümse.
Benim için, birlikte.

25 Ocak 2015 Pazar

#Parça-Bütün

Bir şeye yakından bakarsanız bir bütün olarak aslında ne ifade ettiğini anlamakta güçlük çekersiniz. Biraz uzaklaşıp, uzaktan seyretmek şarttır. Tıpkı insan ilişkilerinde olduğu gibi. Yakınınızda tuttuğunuz ve henüz objektif olarak değerlendiremediğiniz bir insanın negatif taraflarını keşfedemezsiniz, bu yüzden dört dörtlük bir insanmış gibi gelir hep yakınınızdaki. Bu böyle sürerse, en ufak bir hatada hayal kırıklığına, yıkıma uğramanız mümkündür. Bu tür bir durumda ya insan kendini bilip hep mesafeli duracak ya da ikinci yolu denemeyi öğrenecek. İkinci yol, yakınlık kurduğunuz kişilerle bazen araya zaman, mekan, mesafe girmesine izin vermektir. Biraz o kişiden uzak kalıp arkadaşlığınızı, kendi davranışlarınızı ve karşınızdaki insanı çözmeye vakit ayırırsınız bu süreçte. Belki göremediğiniz yanlışları keşfeder mesafe koymaya karar verirsiniz, belki de o insanın gerçekten iyi bir dost olacağını anlar verdiğiniz kıymeti daima ona hissettirmeye karar verirsiniz. Biraz uzak kalmak bütünü görebilmek için, sağlıklı bir ilişki kurabilmek için gereklidir. Nihayetinde hiçbirimiz dört dörtlük değiliz; bu uzaklaşmalar sayesinde yakınlarımızın negatif taraflarıyla da yüzleşmiş oluruz. Bu bize insanları olduğu gibi kabul etmeyi öğretir ve belki de öğrenilen, hatta uygulandığında insana inanılmaz bir iç huzur sağlayan en kıymetli şeydir. Kurulmuş bir bağ, sevgi eğer samimiyse tüm negatiflikler hoş görülebilir hale gelir. 
Çünkü; o insan, olumlu ve olumsuz tüm özellikleriyle güzeldir, değerlidir. 
Dostum, seni olduğun gibi kabul ediyorum ve ben seni böyle seviyorum!

7 Ocak 2015 Çarşamba

#Ayrıntı Meselesi
Ayrıntılara kafasını yoranlar iyi bilir; bir insanın sarf ettiği tek bir cümledeki tek bir kelimenin neden o kişi tarafından tercih edildiğini bile saatlerce düşünürsünüz. O kelime yerine başka kelime seçemez miydi? Kasıtlı mıydı, bilmeden miydi? Aslında düşünmeden mi konuşurdu yoksa hep düşünür öyle mi konuşurdu? Ne demek istemişti aslında ya da aslında demek istediği bir şey yoktu da bu tamamen benim kuruntum muydu? 
İşte o ince sınır çizgisi... 
İnsanlarla ilişkilerde başımıza gelenlerin sebepleri; bizim bazı şeyleri görmeyecek ve anlayamayacak kadar dikkatsiz olmamız mıydı yoksa her ayrıntıyı düşünme hastalığı yüzünden sahip olduğumuz saçma kuruntularımız mı? Bundan kurtulmanın yolu çok basitti aslında; düşünmeyecektik, her söylenene her yapılana takılmayacaktık, umursamamayı öğrenecektik. Acaba bana bir şey mi ima etti? Eğer öyleyse de "bana ne" diyebilmeyi öğrenmek lazımdı. 
Demesi kolay, davranışa dökmesi zordu. Üstelik ayrıntılar bu kadarla sınırlı değildi, dahası vardı. 
***
Bir süre sonra bu takıntıyla yaşamanın ne kadar zor olduğunu fark ediyorsun; ruhsal durumunu olumsuz etkilediğini ve konforunu düşürdüğünü görüyorsun. Eğer kendi kendine söz verirsen çoğu zaman çoğu şeyi görmezden gelmeyi, görmemeyi, unutmayı başarabiliyorsun. Fakat bazen öyle zamanlar oluyor ki, yine o kaçarak uzaklaştığın ve aklına getirmemeye çalıştığın huyuna yenik düşüyorsun. Ayrıntılar içinde yine boğulup gidiyorsun. Sevdiğin, değer verdiğin insanları bile sorguluyor; sonra yine kendine kızıyorsun. Her seferinde başa dönüyorsun. Her şeyin, insan ilişkilerinin, saygının, sevginin kilit noktalarını öğrenmiş olmana rağmen bu ayrıntılara zaman harcama illeti yüzünden öğrendiğin her şeyi hiç bilmiyormuş gibi en başa dönüyorsun. Oysa, hepimiz farklıyız ve hepimizin dünyaya baktığı pencere farklı bir dünyadan açılıyor. Etrafımızdaki herkesi olduğu gibi kabullenmeyi davranışa da dökebilmek gerek; her davranışa, her söylenene, her söylenmeyene bir yakıştırma yapmaktan ya da hepsinden bir anlam çıkarmaktan vazgeçmek gerek. 
O kadar çok gereklilik var ki! 
Umarım en kısa zamanda kapılıp gittiğim ayrıntılar okyanusundan kurtulur; doğru şeyleri fark edebildiğim ama "olsun be ölümlü dünya" dediğim günlerime geri dönerim.

1 Ocak 2015 Perşembe

Belki de insanın en zorlandığı şey, başkalarının kusurlarını görmekten kendi kusurlarının farkına varmaya vakit bulamamasıdır. Başkalarını eleştirmek ve yermek kolay olandır, bazen kendini de yerin dibine sokmak gerekir; silkelenip kendine gelebilmek için.
Mesela, ben hayli sıkıcı biriyim. Telaşla anlatacak bir olay geçmiyor gün içinde başımdan. Anlatacak heyecanlı ve uzun hikayelerim yok. İzlediğim filmleri, okuduğum kitapları her önüme gelene anlatmayı sevmiyorum; bahsetmek için yeri gelsin diye bekliyorum. Bazen yeri hiç gelmiyor anlatmak için biriktirdiğim hikayelerimin. Her aklıma geleni, aklıma geldiği gibi kafama estiği yerde söylemek bana göre değil; söylemem gerekenleri bile ince eleyip sık dokuyorum çoğu zaman, bu yüzden öyle uzun uzun cümleler kurmuyorum ya da karşımdakini tatmin edecek yorumlarda bulunamıyorum. Bazen de "he deyip geçmek" zorunda kalıyorum; bakalım şuanda ben senin o çok önemli bulduğun konuyu dinlemek istiyor muyum? Ama hayır. Az konuşuyorsan dinlemek zorundasın, bu böyledir. Buna rağmen iyi bir dinleyici olduğumu düşünürüm; dinlemek için istekli ve hevesli olmadığım zamanlarda bile anlatılanlardan neler analiz ederim, hangi küçücük ayrıntılardan neleri keşfederim... Temkinli ve az cümle kurmak elbette benim tercihim; fakat bu seviyede sessizleşmeyi tercih etmeme bir şeyler neden olmuş olmalı. Belki sakince dinleme sabrını göstermeme rağmen, aynı sabrı görememiş olmak ya da anlatacak bir şeylerim varken lafın defalarca ağzıma tıkılması epey geçerli sebepler bence. Bunlarla bir kere karşılaşıp da konuşmama yolunu seçmek küçük bir kız çocuğu şımarıklığından başka bir şey olmazdı, ama benim bahsettiğim şey bunun sürekli ama sürekli başıma gelmiş olması ve artık tahammül edemeyecek hale gelmiş olmamdı. Sessizliği tercih ettim en nihayetinde ve huzura eriştim. Oysa, küçükken ne kadar konuşkan bir çocuktum ben!
Hızlı tüketilen, art arda sıralanan cümleler, boş muhabbetler artık beni yoruyor. Bunların ardından kafamda inanılmaz bir ağrı hissediyorum. Uzun ve sakin sohbetleri seviyorum ben. Okuduklarımı, bildiklerimi, öğrendiklerimi paylaşmayı ve insanların da benimle bunları paylaşmasını seviyorum. O ortamdan ayrılırken kendime bir şey katmış olmanın, yeni bir şeyler öğrenmiş olmanın mutluluğunu hissetmeyi seviyorum. Her gün ama her gün filozof edasıyla dünya meseleleri tartışalım demiyorum; bunun da bir dengesi var; sadece anlamsız ve yersiz muhabbetlere maruz kalmak ve yorum yapmak zorunda olmak beni boğuyor artık. Anlatılan onca şeydeki olaylar ve karakterler genelde beni ilgilendirmez oluyor ve ne söyleyeceğimi, karşımdakinin lafına nasıl laf katıp onu nasıl memnun edeceğimi bilmiyorum. Ve bu, bir süre sonra dayanılmaz hale geliyor. Böyle zamanlarda günü bitirip bir an evvel eve gitmek, en azından yolda yalnız başıma yürüyüp biraz kafa dinlemek için acele ediyorum. Bu yüzden anlayabiliyorum ki zorunlu zamanların dışında bir yerlerde hoş vakit geçirip inanılmaz derecede eğlenmek için seçilecek uygun kişi ben değilim. Bu yüzden sıkıcı biriyim ben. Hayallerimi dilime dolamayı, mutluluk ve huzur duyduğum şeyleri cümlelere dökmeyi duygu ve hayal dünyama ihanet saydığımdan bunlardan bahsetmeyi sevmiyorum; dile dökülen her şeyin azalmaya başladığına inanıyorum çünkü. Zamanla susmak bir çıkış yolu, bir kaçış haline geliyor. Bunun önüne geçebildiğim tek yer ailemin yanı ve beni sabırla, saygıyla dinleyecek ve bundan vazgeçmeyecek insanlar hep ailem olacak.
Ben sadece biraz sessizlik istiyorum. 
Daha az baş ağrısı, daha az dedikodu, daha az yargı, daha az eleştiri, daha az şikayet, daha az övgü, daha az kahkaha ve daha az öfke...
Sadece biraz sükunet.
Biraz sakinlik.

24 Kasım 2014 Pazartesi

#Pazartesi Sendromu

Modern çağın en büyük sorunlarından biri de "Pazartesi sendromu." Sosyal medyada çılgınca pazartesiye öfke kusan postlar, tweetler, fotoğraflar paylaşılıyor. Peki alt tarafı bir "gün" olmaktan öteye gidemeyen bir kavram bu kadar nefret edilecek ne yapmış olabilir?
Sırf haftanın ilk günü diye bu kadar insanın bir günü bu denli sevmemesinin nedenlerini düşündüm.
Aklıma gelen ilk şey, insanın içinde bulunduğu hayattan memnun olmamasıydı. Yaptığı işi, gittiği okulu, aynı havayı solumak zorunda olduğu insanları sevmeyen bir kimse, onu bu duruma mecbur bırakan bir düzenin başlangıcı niteliğindeki bir günü de elbette sevemezdi. 
Peki, önüne sunulan veya maruz kaldığı her şeyi düzenin bir parçası olduğu için kabul etmeyen ve tüm bunlara öfke ve sevgisizlik duyan hangi insan mutlu bir birey olarak devam edebilirdi yaşamına? 
Ortalama 60-70 sene olan hayatın boyunca seni sendroma, mutsuzluğa, umutsuzluğa, öfkeye sürüklemeyecek tek şey işini sevmektir. Tabi ki hayat peri masalı değil, elbette sinir kat sayını yükseltecek, sabrını sınayacak sınavlardan geçeceksin. Ama insanın şu kısacık ömründe tutunacağı sağlam bir dalı olmalı; işini sevmek, bırak tutunacak sağlam bir dalı, toprağa gölgesinde dinlenilebilecek bir ağaç fidanı dikmektir. O zaman pazartesiler, cumalar, aksilikler, sorunlar sadece ufak birer detay olarak kalıverir. 
İnsanoğlu, yalnızca daha fazla mutsuzluk üretmek için uğraş veriyor ve ne yalan söyleyeyim bu benim canımı çok sıkıyor! "Pazartesi sendromu" aptalca bir uydurma sadece. İçinde bulunduğunuz hayatı sevmek için çok paranız, mükemmel bir eviniz, son model bir arabanız olmasına gerek yok, istediğiniz her şeye sahip olmanız mutlu olacağınız anlamına da gelmez. Bunu öğrenmek için kayıplar vermeyi, gerçeklerin acıyla suratınıza çarpmasını, sağlığınızla sınanmayı, başarısızlık hikayeleri dinlemeyi beklemeyin. Sadece; seveceğiniz işi yapın, hayal kurun, kurduğunuz hayaller için küçük gibi görünen adımlar atın. İnsanları duymayın, siz ne istiyorsunuz onu dikkate alın. Ve lütfen popüler kültürün size sunduğu her şeyi sorgulayın ve mümkün oldukça onları tüketmeyin.
Mutlu ve umutlu olmaya uğraştıkça da insanların türlü yakıştırmalarına maruz kalacaksınız, bunlara da hazırlıklı olun.
Bu dünyayı terk ettiğinizde ardınızdan yapmak istediği her şey için çaba harcadı, hayallerine ulaştı ve en iyi şartlara sahip olmasa da mutluydu desinler. 
Kısa ömrümüz bir amaç ve birçok hedeften ve bunlara ulaşmak için harcanan efordan ibaret. 
Henüz nefes alıyorken bir yerden başlamak için bir mucize bekleme, kendi mucizeni kendin oluştur ve bir gün birilerine örnek olacak hikayeni kendin yazmaya başla.

20 Kasım 2014 Perşembe

#Değişmek Meselesi

Renkleri düşünüyorum.
Kırmızı dediğimde kırmızıyı biliyorsun, anlıyorsun, görüyorsun. Peki ama nedir kırmızı? Bir elma mı? Bir araba mı? Bir ayakkabı mı? Canlı mıdır, cansız mı? Zihnimdeyken soyut ve bir elmayken somut mu? Narçiçegi ya da mercan rengi dersem onun kırmızı olmadığını bilirsin ama turuncuya da benzetebilirsin ya da pembeye. Mavi dersem mesela, benim aklıma hep deniz ve gökyüzü gelir. İkisi de mavi ama birbirine hiç karışmıyor ve birbirinden ayrışmıyor da. Deniz mutsuz olduğunda gri olur mesela ya da hava şartları kötü olduğunda, mevsim kışken. Gökyüzü güneşinden ayrılırken renkten renge girer, biz hayran hayran seyrederiz. Günbatımı deriz adına. Tüm günbatımları birbirine benzer ama asla aynı değildir. Çünkü her gün güneş doğudan doğsa bile tarih değişir, saat değişir, yıl değişir, yeryüzündeki insanlar değişir. Geçen hiçbir saniye bir öncekinin aynısı değildir. Renkler de değişir. Renklere anlamlar yükleyen insanlar değişir çünkü. Hadi artik siyaha beyaz diyelim dese biri, hepimiz itiraz etmez miyiz? Ama belki de benim beyaz gördüğüm senin için siyahtır? Hatta belki de renkler yoktur, uydurmadır; gerçek olan sadece insan algısıdır. Şimdi gel, seninle içimizi karartan bizi mutsuz eden tüm renkleri en sevdiğimiz renklerle değiştirelim. Farz edelim; siyah matemin değil uçsuz bucaksız evrenin rengi olsun. Sonra o evrene rengarenk gezegenler çizelim. Parlayan yıldızları olsun bu evrenin. O yıldızların en büyüğü sen ol ve yanindaki diğer parlayan yıldızlar da sevdiklerin olsun. Her şey değişir; dünyayı algıladığın rengi değiştirebilirsen, aynı kalmaktan kurtulabilirsin.

22 Ekim 2014 Çarşamba

#Mucize Meselesi

Mucizelere inanır mısınız?

Aklınıza her gelenin gerçekleştiği, tahayyül ettiğinizden daha fazlasının kısa zamanda önünüze serildiği, hatta "o kadar da" olmaz dediğiniz şeylerin resmen "olduğu" olaylar yaşamışsınızdır. 

İşte bu tür olaylar, yaşamayı sevmenin somut nedenleridir. İnandığınız yaratıcının, evrenin ya da o her neyse, o gücün sizi sevdiği anlamına gelir. 

Ben ne zaman umutsuzluğa kapılsam, ne zaman stres yakamı bırakmasa beni tutup sarsacak güzel bir şey başıma gelir ve içinde olduğum mutsuzluktan utanırım. Böylece etrafımdaki iyi şeyleri görmek için yeni nedenlere ihtiyacım olmaz ve tüm olumsuzluklar da yanımdan geçer gider, bana etki etmez.

Büyük mutluluklara ihtiyacımız olmadığını ve küçük, büyük hiçbir olumsuzluğun hayatımızın sonunu getirmediğini görebilmek sandığınız kadar zor değil.

Görün, etrafta olan biten iyi şeylere duyarlı olun. Bir insanın bir köpeği doyurmasını görün ve bundan mutlu olun. O kadar da zor değil. Kocaman bir günü, geçmek bilmemesinden şikayet ederek değil, küçücük mutluluklarla dopdolu hale getirerek yaşayın. 

Deneyin. Hepimiz, sahip olduğumuz iyi ve kötü şeyler açısından eşit olabiliriz. Ne acılarınızı yeryüzündeki en çilekeş insanmış gibi yaşayın ne de mutluluklarınızı bulutların üzerinde kalarak. 

Mucizenin insanın beklentilerinden ibaret olduğunu o zaman fark edeceksiniz. 

Ve mucize diye bir şeyin var olduğunu da, küçük şeylerden mutlu olmayı öğrendiğiniz zaman göreceksiniz.